METAFİZİK "ANLAM" ÇERÇEVESİNDE BİR HAKİKATİN VE AHLÂKIN MANİFESTOSU



Metafizik “Anlam” Çerçevesinde
Bir Hakikatin ve Ahlâkın Manifestosu

“Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanlara fayda veren yüklerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten indirerek onunla ölü haldeki toprağa can verdiği ve orada her çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmurda, rüzgârları ve gökle yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirip yönlendirmesinde düşünenler için nice deliller vardır.”[1]
“Ondan başka ilah yoktur.”[2]
“Bu, bizim indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir.”[3]

          Düşünmek, Yaradan’ın ahsen-i takvim ile yarattığı “insana” bahşettiği en muazzam yetidir. İnsan, ancak bu yetiyi hakkıyla kullanabildiği zaman “insan” olmaya başlar. Düşünmek; sorgulamaya, derinlere dalmaya, risk almaya ve hatta “kaybolmaya” cüret etmektir. Zihni köşe bucak saran betonlaşmış bilgi yığınlarına rağmen, “arayış” için yola çıkmaktır. Bu arayış, insanın çekmekte olduğu varoluşsal sancıyı dindirmek adına “anlamın” peşine düşmesinden başka bir şey değildir. Bu anlamı bulmanın yolu yalnızca, mutlak hakikat olan Allah’ın varlığını “idrak” edebilmekten geçer. Allah’ın varlığını idrak edebilmenin sırrına mazhar olmak da onun var etmiş olduğu şu koca kâinata “gönül” gözüyle bakıp onun istediği şekilde “derin bir tefekküre” dalabilmekle mümkündür. Bunun ne denli önemli olduğunu anlamak için, Kur’an’ın sürekli olarak “akletmeye ve düşünmeye” yönelik atıflarına bakmak yeterli olacaktır.

          İnsan, anlamın her zerresine meftundur ve ona muhtaçtır. Anlamın yokluğu, ruh üzerinde derin bir boşluğun oluşmasına neden olur. Cahiliye insanının, “anlamı” puta indirgeyerek kendi varoluşunu onun üzerinden temellendirmesi, bu boşluğa duyulan korkunun bir neticesidir. İnsanın bazen bir ateşi, bazen bir ağacı, bazen hevayı,[4] bazen de kendisi gibi olan insanları[5] ilahlaştırmış olması da yaşamış olduğu bu korkuyu bastırma çabasından başka bir şey değildir. Tam da bu noktada, tabiatı itibariyle konforuna düşkün fakat bir o kadar da zayıf olan insanın bu tavrına karşı, Âl-i İmrân kendisini “Ondan başka ilah yoktur!” ayetiyle açar. Bu, insanın kendi varoluşunu temellendirmek için edindiği ve onlara tapındığı tüm ilahların tevhid kalemiyle üzerlerinin sert bir şekilde çizilmesi anlamına gelmektedir. “Sonsuza” özlem duyan fani kulların Allah dışında ilah diye isimlendirilen her şeyden yüz çevirmelerinin bir neticesi olarak, surenin son ayetinin “kurtuluşu” müjdelemesi de oldukça dikkat çekicidir.

          Kurtuluş, yüksek bir ahlâkın sarsılmaz temellerinin varlığıyla mümkündür. Bundan dolayıdır ki İslâm, tevhidi tesis ederken ahlâkı hiçbir şekilde ihmal etmemiştir. Dört bir yanı sahra olan bir beldenin en mukaddes “vahasına” yağmur gibi damla damla inen her ayetin muhataplarını şefkatle terbiye etmesi, bunun en büyük göstergesidir. Dünyanın hiçbir yerinde eşi bulunmayan bir üsluba sahip olup baştan aşağı ahlâki değerlerle bezenmiş olan Nur suresinin kendisini “Bu, bizim indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir suredir.”[6] ayetiyle açması, İslâm’ın bu terbiyeyi hiç de hafife almadığını göstermesi açısından önemlidir. İmam Gazali’nin ahlâkı, “İnsanın nefsine yerleşen bir meleke” olarak tanımlaması da bizi bu terbiye sürecinin yavaş yavaş işlemesinin nedenine götürmektedir.

          Değerlerini kutsaldan alan “ahlâk” ve “anlam” kavramları, modern dünyada adeta bir “yapı-bozuma” tabi tutularak ciddi bir tahribata uğramıştır. “Ahlâkın” bazı tanımlamalarla anlamının daraltılmış olması, hatta bazı kesimler tarafından varlığının bile tamamen reddedilmiş olması söz konusu tahribatın acı bir neticesidir.  “Anlam” da bu durumdan pay alarak “maddeye” indirgenmiş ve sadece bu dünyayla sınırlı tutulmuştur.  

          Unutulmamalıdır ki bizim için ahlâk, tevhidin bir dışavurumudur. O yüzden yüce bir ahlâk üzere[7] olup güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen bir peygamberin “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı” vurgulaması boşuna değildir. Bu mertebeye erişmiş bireylerin attığı temeller üzerine yükselecek olan toplumun, “anlamı” kaybetmesi söz konusu olamaz. Bu bağlamlar ele alınarak düşünüldüğünde görmekteyiz ki, Âl-i İmrân suresi, zihinlerin yaşamakta olduğu kaosu bir güneş gibi parlayan “mutlak hakikatle” sükûnete çevirmekte; Nur suresi de bu sükûneti “yüksek ahlâkın” temel ilkeleriyle taçlandırmaktadır. Rabbim bizleri sükûnetten, yüksek ahlâktan ve bilhassa “anlamdan” mahrum etmesin.

Mazharî

[1] Bakara, 164.
[2] Âl-i İmrân, 1.
[3] Nur, 1.
[4] Furkan, 43.
[5] Tevbe, 31.
[6] Nur, 1.
[7] Kalem, 4.

Yorumlar