“İNSAN” KONUSUNA YAKLAŞIMLARI AÇISINDAN LİBERALİZM – MARKSİZM – İSLAMCILIK

“İNSAN” KONUSUNA YAKLAŞIMLARI AÇISINDAN

LİBERALİZM – MARKSİZM – İSLAMCILIK

          Liberalizm, her ne kadar ortaya çıktığı 17. yüzyıldan bu yana kendi içerisinde çeşitli akımlara sahip olsa da insana bakışının en net fotoğrafını görebilmek amacıyla “klasik liberalizm” üzerinde durmamızın daha doğru olacağını düşünmekteyim. Klasik liberalizmin ana konularını gücü sınırlandırılmış devlet, serbest piyasa ekonomisi, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi unsurlar oluşturmaktadır. Tüm bunların altında yatan ana fikir ise bireyin özgürlüğüdür. Dolayısıyla liberalizmin insana bakıştaki temel prensibinin “özgürlük” kavramı çerçevesinde şekillendiğini söyleyebilmemiz mümkündür.

          Liberalizm, “bireyin özgürlüğü” prensibini temel aldığı için hümanistik bir hamle ile her şeyin merkezine insanı koymuştur. Dolayısıyla toplumsal düzeni oluşturan birçok etmen başta olmak üzere, ekonomik ve siyasi yaşamın da birçok noktasında “insan” öncelenmiştir. Sözgelimi, temel insan hakları, bireyin kendi çıkarlarını koruma ve sürdürme ekseninde şekillenmiş, birey-devlet ilişkilerinde de “hukuk” üstün kabul edilerek devletin gücü sınırlandırıldığı için birey, âdeta koruma altına alınmıştır.

          Bireyin her konudaki düşüncelerini rahat bir şekilde ifade etmesine olanak sağlayan liberalizm, bir bakıma da toplum için “çoğulculuk” anlayışını savunmuş olmaktadır. Toplum içerisinde bir arada yaşan bireylerin fikir, inanç ve eylem özgürlüğü çerçevesinde farklılaşmaları liberalizme göre doğaldır ve herhangi bir müdahaleden uzaktır. Bu durum, bireylerin aldıkları eğitim ve gösterdikleri hoşgörüyle birlikte toplumsal bir barışın oluşmasına ve bu barışın uzun süre devamlılık göstermesine katkı sağlamaktadır.

          Liberalizmin insanı “özgürlük” kavramıyla ele aldığını, dolayısıyla liberalizmde “İnsan, özgür bir varlıktır.” anlayışının hâkim olduğunu görmekteyiz. Bu durum, marksizmde kısmen farklı bir açıyla ele alınmış, insan için “özgürlük” kavramından ziyade “emek” kavramı ön plana çıkarılmıştır. Dolayısıyla Marks’ın hayalini kurduğu toplumda “İnsan, emekçi bir varlıktır.” şeklindeki tanımlama, bizlere bu düşüncenin genetik kodlarına dair ipuçları sağlamaktadır.

             Sanayi devrimiyle birlikte gelişen teknoloji ve artan sermaye birikimi zaman içerisinde toplumsal sınıflar arasındaki makasın açılmasına neden olmuştur. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, işveren kesimin işçilerin emeklerini sömürmesi ve onlar üzerinden bir yaşam standardı yakalaması toplum tabanında bu kapitalist düzene karşı duyulan rahatsızlığın büyümesine neden olmuştur. Dolayısıyla, özel mülkiyetin olmadığı ve sosyal eşitliğin hâkim olduğu “sosyalist düzen” fikirleri ortaya atılmıştır. Fakat bu fikirler, Karl Marks’a kadar sadece “fikir” olarak kalırken, Marks’la birlikte “eyleme” dönüşmüştür.

          Marksizme göre sosyal sınıflar, tarih içerisinde gelişim gösteren “özel mülkiyet” düşüncesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Buna göre, insanlar yerleşik yaşama geçmemişken, yani henüz “ilkel” aşamadayken özel mülkiyet söz konusu değildi ve insanlar arasında sözünü edebileceğimiz bir “eşitlik” anlayışı mevcuttu. Fakat yerleşik yaşamla birlikte özel mülkiyetin de gelişmesine bağlı olarak toplumda iki sınıf ortaya çıktı: Sermayeyi ve üretim araçlarını elinde bulunduran “burjuva” sınıfı ile, bu sınıfa hizmet üreten, emekçi “proletarya” sınıfı. Bu sınıflar, Karl Marks’ın toplumu iki boyutta ele aldığı alt ve üst yapı bölümlemesinde “alt yapı” ile ilintilidir. Zira alt yapı, ekonomi üzerine kuruludur. Üst yapıda ise din, sanat, hukuk gibi kavramlar yer alır. Marks’a göre üst yapıdaki tüm kurumlar, burjuvanın proletarya üzerindeki gücünü koruyabilmesi ve bu gücü meşrulaştırabilmesi için burjuva tarafından kurulmuştur.

          Marks, insanın sahip olduğu bir potansiyele vurgu yapar. Bu potansiyel, kişinin kendi doğasına uygun işleri yapabilmesi ve kendini gerçekleştirebilmesidir. Fakat mevcut kapitalist düzen, insanın bunu gerçekleştirebilmesine engel olmaktadır. Çünkü bu düzende üretim, ihtiyacı gidermek için değil de kâr etmek ve sermayeyi daha fazla büyütüp yatırımlar yapmak amaçlı gerçekleştirildiğinden, insan normalden çok daha fazla emek harcamakta ve ürettiği “artık değer” burjuva tarafından sömürüldüğü için kişi, ürettiği nesneye yabancılaştırılmaktadır. İnsan emeğinin bu denli bir “meta” haline geldiği bu düzende, insanın kendi doğasına yabancılaşması Marks’a göre kaçınılmaz olmaktadır. Bunun üstesinden gelmenin tek yolu alternatif bir toplum ve düzen oluşturmaktır ki, Marks buna “komünist toplum” adını vermektedir. Bu toplumda özel mülkiyet olmadığından insanların bencillik duyguları körelmiş olmakta, üretim sadece ihtiyaç için yapıldığından insanlar daha az çalışmakta ve emeklerinin karşılığını birebir almaktadırlar.

          Marksizm, insan emeğinin sömürülmesine ve insanın kapitalist düzende “makineleşmesine” karşı çıkmaktadır. Bu anlamda insana, “emek” zaviyesinden bakmaktadır.

          İnsanın, liberalizmde “özgürlük”, marksizmde de “emek” kavramıyla ele alındığını belirttik. Bu durum, İslamcılık düşüncesinde yerini “İnanç” kavramına bırakmıştır.

          İslamcılık anlayışına göre, hiçbir insanın “yaratılış itibarıyla” diğer bir insan üzerinde üstünlüğü yoktur. Üstünlük, sadece inanç ve takva ile ilintili bir kavramdır. Fakat belirtmek gerekir ki, buradaki üstünlük manevidir. Dolayısıyla tüm durumlar hesaba katılarak bakıldığında İslamcılık anlayışında insan, sırf “insan” olması açısından şerefli bir varlık olarak kabul edilmekte ve hak-hukuk mevzularında iman eden ile etmeyen arasında pozitif ayrımcılık meydana gelmemektedir. 

          İslamcılık anlayışında mahza bireyden söz etmek pek mümkün gözükmemektedir. Zira bireyden çok toplum, başka bir deyişle “ümmet” ön plana çıkmaktadır. Asıl olan ümmetin birliği, beraberliği ve gelişmişliğidir. İslamcılık anlayışının ortaya çıktığı konjonktüre baktığımızda ümmetin sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan bir gerileme, hatta bir bozulma yaşadığını görmekteyiz. İşte İslamcılık düşüncesi, bu bozulmaları telafi etmek amaçlı birtakım ıslah fikirleriyle ortaya çıkmıştır. Amaç, Batı karşısında İslam dünyasını geri kalmışlıktan kurtarmak, birliği yeniden sağlamak ve dini düşünceyi sahih bilgiler dışındaki şeylerden arındırıp güçlü yapıyı yeniden tesis etmek olmuştur.    

          Geleneksel İslam toplumlarında insanlar, müslim-gayrimüslim şeklinde bir toplumsal bölümlemeye tabi tutulmuşlardır. Bu ayrımın temelinde “inanç” faktörü vardır. Her ne kadar böyle bir ayrım yapılsa da gayrimüslimlere ikinci sınıf insan muamelesi yapılmamış ve onlar ötekileştirilmemişlerdir. Fakat bir Müslümanın da gayrimüslim karşısındaki prestiji daima korunmuştur. Bu durumun toplum içerisinde işlerliğini sağlayan en temel faktör ise “hoşgörü” olmuştur. Zira insan düşünen, sorgulayan ve irade sahibi bir varlık olarak kendi tercihlerinin sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Temel bakış açısı bu şekilde olduğundan, baskı ve zorlamalarla elde edilecek netice, İslam açısından “hedeflenen” bir durum değildir. Dolayısıyla insana “düşünen, kendi tercihlerini belirleyen ve tercihlerinin sonuçlarına katlanan varlık” olarak bakılmaktadır. İnsana değer katan şey ise, tüm bunlardan sonra vardığı “inanç” noktasıdır.

          İslamcılık düşüncesinin “Müslüman insan” için belirlediği bir vizyon vardır. Bu vizyon, İslam’ın terakkiye mâni olmadığının kabulü ile başlamaktadır. Müslüman bir insan, Batı’ya kaptırdığı “hikmeti” yeniden elde edebilmek için çok fazla çalışmalı gerek sosyal gerek siyasal gerekse de ekonomik anlamda çok güçlü olmalıdır. İslamcılık düşüncesi, özellikle eğitim üzerinde durmakta ve mevcut eğitim anlayışının çağa ayak uydurabilecek tarzda bireylerin yetişmesi için revize edilmesini savunmaktadır. Çünkü hedeflenen insan profiline ulaşmanın en önemli adımı burada atılmaktadır.

          Liberalizm ve marksizmde insana bakışın daha üst ve geniş bir açıdan olduğunu, İslamcılıkta ise bu durumun inanç çerçevesinde biraz daha spesifik bir hâl aldığını söyleyebiliriz. Tabi bu, İslamcılık düşüncesi için bizim bakış açımızla alakalı bir durumdur. Dolayısıyla farklı bakış açılarıyla “insana bakışın” daha fazla genişletilebilmesi mümkündür.

Mazharî

Yorumlar