HAYALPEREST, BURJUVA, EMPERYALİST!


Kitap: Robinson Crusoe
Yazar: Daniel Defoe
Sayfa: 240
Yayın: Gönül Yayıncılık

Genel Değerlendirme

Kitabın sade ve basit bir dille yazılmasının yanı sıra akıcılığının ve kurgusunun da güçlü oluşu, yazarın edebi hünerinin ne derece güçlü olduğunu bizlere göstermektedir. Bu kitap, İngiliz edebiyatının ilk kitabı sayılmaktadır. Gerek yazıldığı dönem, gerekse de yazarın yaşantısındaki inişli çıkışlı durumlar sebebiyle bu kitabı mercek altına alarak üç açıdan değerlendirmeyi daha uygun buluyor, bu değerlendirmeyi yazarken de Ömer Türkeş[1] ve Ahmet Ağır’ın[2] düşüncelerinden beslendiğimi belirtmek istiyorum. 

1-Bir “Hayalperest” Olarak Robinson Crusoe

Başa nelerin geleceğini bilmeden, kalkışılan işin riskini göz ardı ederek hayallerinin peşinden koşan insanların sayısı oldukça azdır. Genellikle de bu tip insanların başarı hikâyelerini bir şekilde okuyor ya da bu hikâyelerin süreçlerine bizzat tanık oluyoruz. Kulağa hoş geliyor değil mi?
Hayaller, çabalar, riskler ve en sonunda başarı… Peki ya, gerçekten öyle mi?

Çoğu zaman kitabı okuyan insanların edindikleri ilk izlenim, denizci olmak isteyip dünyayı dolaşma hayalleri uğruna hukuk okumayı bırakan ve ailesini terk eden bir çocuğun, bu serüvende yaşadığı bir kaza ve bu kaza sonucu adaya düşerek 28 yıl boyunca zor şartlar altında ayakta durabilmeyi başarmasıdır.

Her şeyden evvel şunu belirtmek isterim ki, insan iki kategoride hayal kurmalıdır:

Birinci Kategori: “Gerçekleştirmek için” hayal.
İkinci Kategori: “Hayal kurmak için” hayal.

İnsan olarak birtakım faktörler sebebiyle “sahip olabileceğimiz şeyler” sınırlı iken, “sahip olmak istediğimiz şeylerin” de haddi hesabı yoktur. Eğer bu iki unsuru, hayal kategorilerine doğru bir şekilde kanalize etmeyi başarırsak, alacağımız kararlar ve atacağımız adımlar daha doğru ve daha isabetli olacaktır. Burayı biraz daha açalım:

Birinci kategoride “sınırlılık” söz konusudur. Bu sınırlılık sebebiyle insan, “eldeki imkânları ve mevcut şartları gözeterek” düşüncesini şekillendirmeye çalışır. Ayakları yere basan bir hayal kategorisinde bulunduğundan dolayı, önce izleyeceği yolu belirler. Ardından yol boyu çıkması muhtemel bazı problemleri de hesaba katarak çözüm yolları üretir. Bunları yaparken de temkinli olmayı ihmal etmez. Bir heves uğruna “körü körüne atlamak” gibi bir durum olmadığı için de buradaki hayal, planlı ve bir o kadar da gerçekçi bir hayaldir. Bu kategorideki hayalin gerçekleşmesi durumunda hedefe ulaşılır ve “hayal” ölür.

İkinci kategoride ise “imkân” söz konusudur. Burası, insanın “dış dünyada” elde etmek isteyip de elde edemediği “her şeyin” ortak noktada buluştuğu devasa bir “mekândır.” Bu mekânda her şey, “mümkündür” ve insan buradaki her şeyin sahibidir. Olağan ve olağanüstü her şeyin rahatlıkla cereyan ettiği bu sahada insan, kendini âdeta kaybeder ve kendini bulduğunda da “gerçek dünyaya” gözlerini açmış olur. Bu kategorideki hayalin uyandırdığı heyecanın etkisine kapılan insanlar, “yaşadıkları hayali” “gerçeğe” dönüştürmek için sonucunu hiç düşünmeden fütursuzca hareket ederler ve elde ettikleri koca bir hüsranla baş başa kalmaktan da hiçbir zaman geri duramazlar.
Robinson’un yaşadığı durum tam da budur. Onu adaya düşüren nedenlerin temelinde, ikinci kategorinin niteliklerine ait bir hayali, birinci kategoriye düşürme hatası vardır. Henüz ilk teşebbüsünde başına gelenlerden dolayı yaptığının yanlış olduğunu anlamasına rağmen,
“ailesini, mevcut şartları ve muhtemel sonuçları” dikkate almayıp bunu sürdürmeye devam etmesi bu hatanın temel göstergesidir. Bu hatanın bedeli de 28 yıl adada yaşamak, kurtulup eve döndüğünde de ailesinden ve tanıdıklarından hiç kimseyi hayatta görememek olmuştur.

Akıllı ve bilinçli insanlar, hayatları boyunca “Birinci kategoriyi” gerçekleştirmek için çabalarlar. Çünkü bilirler ki, “İkinci kategori” gerçek dünyadan tamamen bağımsız bir alandır. Dolayısıyla o, hiçbir zaman “gerçekleştirme” maksadıyla kurulmaz. Ayrıca gerçek dünyadan bağımsız oluş da bu insanlar için büyük bir önem taşımaktadır. Zira, birinci kategorideki hayal gerçekleşmezse veya gerçekleşir de o hayal ölürse, sığınılacak ve teselli olunacak bir “âlem” vardır ve bu “âlem” her zaman “ceptedir.” Fakat bu cebin büyüsüne aldanıp da onu “sürekli kılmak” için gerçekleştirmeye çalışanlar, aslında o “cebi” yakmakta ve onları ayakta tutan yegâne “hayali” öldürmektedirler.

Mesele her ne olursa olsun şunu anlıyoruz ki, insanın hayalden bağımsız bir yaşamı sürdürmesi mümkün değildir. Hayalleri daim kılmanın tek yolu da, bazılarını “gerçekleştirmemek” üzere kurmaktır. Değerlendirmenin bu aşamasına gelirken cümlelerimize Yahya Kemal’in mısralarıyla son vermemek, onun “hayale” yüklediği anlamı göz ardı etmek demek olacaktır ki, bu da bizim haddimize değildir:

Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar,
İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar…

2-Bir “Burjuva”[3] Olarak Robinson Crusoe  

Apaçık bir felsefi tartışması olmayan bu metin, burjuva bireyin ilk destanıdır.

Bu roman, Batı oryantalizminin bütün ögelerini barındırır. Dikkatli bakıldığında Robinson ve Cuma arasındaki ilişkinin hiç değişmeyen bir “efendi-köle” ilişkisi olduğu görülecektir. Siyah adam yamyamdır, eğitilmesi gerekir ve doğal olarak beyaz adama tabidir. Daniel Defoe, bu efendi-köle ilişkisini öylesine mantıki sebeplere dayandırarak öyküler ki, okurken hiç de insanlık dışı ögeler göze çarpmaz.

Oysa dikkat edildiğinde görülecektir ki, Robinson’un tahakkümü doğal ve zorunlu olarak yansıtılmıştır. Zira her şeyi beyaz adam kurmuştur. Evi o yapmış, hayvanları o ehlileştirmiş, tarlayı da o hazırlamıştır. Cuma’ya düşen, onun emirleri doğrultusunda yalnızca çalışmaktır. O, girişimci burjuvanın yanındaki beceriksiz emek gücüdür. Robinson (burjuva) olmasa, Cuma’nın yani işçinin emeğinin hiçbir anlamı olamazdı.

3-Bir “Emperyalist” Olarak Robinson Crusoe

Edward Said,[4] “Kültür ve Emperyalizm” adlı kitabında özellikle roman türü ile Avrupa’nın geliştirdiği emperyalizm arasındaki ilişkiyi açıklarken “Robinson Robinson” hakkında çarpıcı tespitlerde bulunur:

“Roman türü, İngiltere’de Robinson Robinson ile başlar, bu romanın kahramanı yeni bir dünyanın kurucusudur. O, bu dünyayı Hristiyanlık ile İngiltere adına yönetir ve ehlileştirir”

15. yüzyıldan itibaren denizaşırı toprakları keşfetmeye, işgal etmeye ve sömürgeleştirmeye başlayan Avrupa’nın kültürel kodları ile bu süreç arasında kolayca bir paralellik kurulabiliyor.
Bu sömürgeciliği devamlı ve etkili kılan esas etmen devasa askeri gücün yanında, Avrupa’nın sömürgeleştirdiği yerlere kendi dini ve kültürel birikimini aktararak oralarda kendine benzer yeni hayatlar, kültürler, yöntemler oluşturması ve sonuçta kendisi gibi düşünen insanlar ortaya çıkarmasıdır.

Bu ilişki, “post-kolonyal” teoride “merkez-çevre” ilişkisi olarak adlandırılıyor. Merkez İngiltere ve Fransa’dır. Çevre ise bu imparatorlukların sömürgeleştirdiği coğrafyalardır. Değerler adına neler varsa merkeze aittir ve bu merkezden çevreye doğru yayılır. Robinson Robinson bahsedilen bu ilişki ağını üreten, yaşayan ve yayan bir roman kahramanıdır. Onun macerası, merkez olarak kabul edilen İngiltere’den başlar ve henüz merkezin sahip olduğu değerlerin ulaşamadığı çevreye
(Issız ada’ya) doğru gider. Robinson da vatandaşı olduğu İngiltere gibi denizaşırı bir sefer sonucu bu adaya varır. O, bir kaza sonunda adaya çıkar ama bu çıkış kaza sonucu da olsa onun yaptığı ilk iş, hayatının geri kalan kısmını sanki o adada geçirecekmiş gibi gemiden kurtarabildiği işe yarayacak bütün eşyaları adaya taşımak olur.

Bu çaba, o ada ile Robinson arasındaki çetin mücadelenin bu malzemelerden dolayı onun lehine döneceğinden dolayı bir anlam kazanır. Yani koloni[5] oluşturabilmesi için yaşayacağı yere hükmedebilmelidir. Kendi hegemonyasını kurabilmesi için o adadaki bitki örtüsünün, hayvanların ve varsa insanların bile bilmediği, sadece onun kullanmakta mahir olduğu bir yığın modern alet, aslında daha sonra orada kuracağı koloniye kolayca hükmetme imkanını Robinson’a vermektedir. Robinson’un geldiği Batı dünyası kolonileri bu şekilde kurmuştur.

Aşağıdaki paragraf, Batı emperyalizminin başarısını ve Robinson’un çabalarını daha anlamlı kılabilmek için çok işlevsel olacaktır:

“Rus emperyalizmi daha çok askere dayandığı ve silahların yerine fikirler koyamadığı için başarısız olmuştur. Rus emperyalizmi, Rus kültürünü yayıp ve yüceltirken kolonilere çok itici gelen bir yol izlemiştir. Oysa Batı emperyalizmi, Avrupa’nın entelektüel geleneğinden beslenen zenginliği yerli elitlere sunabilmiştir.”

Bu cümlelerden anlaşılabileceği gibi kolonyalizmin en etkili olduğu yan, askeri işgalini kendi kültürel birikimi ile kalıcı hale dönüştürmesidir. Robinson, önce gemi kazası sonunda ıssız bir adaya çıkar ve gemiden kurtarabildiği her şeyi adaya taşır. Bu taşıdığı malzemelerin içinde kendi ihtiyacının çok ötesinde barut ve silah da vardır.

Başta, ıssız bir adaya düşen bir kişi için hayati önem taşıyan bu malzemeler, bir süre sonra tamamen farklı işlevler için kullanılırlar. Robinson adaya çıkınca ilk önce kendi güvenliğini sağlayacak bir barınak yapar. Bir süre sonra bu barınak, Robinson’u dışarıdan gelecek her türlü tehlikelere karşı koruyabilecek bir kapasiteye ulaşır. Onun etrafına ağaçlar o kadar sık dikilir ki,
kısa sürede burada bir barınağın olduğuna dair herhangi bir iz bulmak imkansızlaşır. Bütün bu çabalar, Robinson’un o adada sanki ayrılmayı düşünmüyormuşçasına planlar yaptığı izlenimi doğurur ki, romanın sonuna doğru bu düşünce doğrulanır.

Robinson, kendi güvenliğini sağladıktan sonra düşünce boyutuna geçiş sürecini başlatır.
Bu noktada İnciller düşünce planının yapılanmasında en önemli rolü oynar.
O, “İngiltere’den eşyalarımla birlikte gelen, yanıma aldığım çok güzel üç Kutsal Kitap vardı.” der.

Adada, yalnızlığın verdiği duygular sebebiyle din ve Tanrı ile olan münasebetini gözden geçirir ve sonunda dini duyguları çok güçlü olan bir Hristiyan olur. Hristiyanlık, o ıssız adada hayatının merkezi olur. Olan biten her şeyi Hristiyanlık etrafında açıklamaya başlar. Yani önce büyük bir kazadan kurtulup adaya çıkar, sonra hayatını devam ettirebilmek için gerekli neredeyse tüm aletleri gemi enkazından adaya taşır, sonunda Tanrı ile yüzleşir ve dinin hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu keşfeder. Kendi iç hesaplaşmalarını tamamladığı için artık bir sonraki evreye hazırdır. İlginç bir şekilde, bu bütünlüğü kavuştuktan hemen sonra yabancılar ile karşılaşmaya başlar.

Önce, adaya esir ettikleri düşmanlarını yemeye gelen vahşileri uzaktan görür. Bu ilk başta onu tedirgin eder. Çünkü hem uzun bir süredir hiçbir insan görmemiştir hem de bu gördüğü kişiler insan etiyle beslenen vahşilerdir. Bu vahşiler ile karşılaşma romanda bir heyecan yaratsa da işlev açısından Robinson’un macerasını bir başka boyuta taşır:

Avrupalı kolonyalist devletlerin kendi üstünlüklerini temellendirmek adına kullandıkları önemli bir kurgu olan vahşi-medeni ikiliği, bu noktadan itibaren ortaya çıkar. Defoe da bu ikilikten faydalanır ve yavaş yavaş o ıssız adada Robinson’u beyaz, Hristiyan, efendi ve medeni gibi kavramlarla özdeşleşen bir yönetici konumuna oturtur.

Vahşileri ilk gördüğü zaman ciddi bir şekilde irkilen Robinson, onlarla nasıl baş edeceğini ve onlardan nasıl faydalanacağını planlar. “Üçünü ele geçirerek onları köle edebilir ve onları her dediğimi yapıp bana hiçbir zaman kötülük edemeyecek duruma getirirsem, onları kolayca yönetebileceğimi, istediğim gibi çekip çevirebileceğimi düşünüyorum.” diye düşünmeye başlar.

Artık kendisine itaat eden bir topluluk peşindedir. Dünyanın keşfedilmemiş veya uzak bölgelerindeki insanlar gibi bu “vahşiler” Robinson’a düşlerini gerçekleştirme fırsatı verir.
Onlar artık bir eşyadır. Oysa bu kadar yalnızlık çekmiş bir insandan beklenen şey köle değil,
arkadaş aramasıdır.

Adaya esirleri yemek için gelen vahşilerin ellerinden biri esir kaçar ve iki vahşi onu yakalamak için ormana girer. Bu arada Robinson silahı ile bunlardan birini öldürür. Bu ateşli silah karşısında, daha sonra adı “Cuma” olacak olan esirin psikolojisini Robinson şöyle anlatır:

“Zavallı kaçak vahşi durakladı, her iki düşmanının da yere serildiğini, kendine kalırsa öldüğünü görmekle birlikte tüfek sesinden öyle ürkmüştü ki, olduğu yerde donakaldı.”

İlk aşama tamamlamıştır artık. Ateşli silahın bilinmezlik zırhı ile birleşen gücünün yardımı ile vahşileri öldürdü ama kendisine de bir esir kazandı. Aynı esir, Robinson’un hiç dokunmadan düşmanlarını öldürmesine ilahi bir güç atfeder.

Bütün bunlar kolonyalizmin ilk aşaması olarak sürecin işleyişine işaret eder. Artık Cuma, güç karşısında tamamen itaatkâr ve pasif bir nesneye dönüşmüştür. Robinson onu hem yamyamlara yem olmaktan kurtarmıştır hem de öldürmemiştir. Üstelik hiç dokunmadan adam öldürebildiği için Robinson Tanrısal güçlere sahiptir.

Daha sonra ikinci aşamaya, yani silahla güç elde ettiği bu zaferi sürekli kılma aşamasına geçer. Ateşli silahlar ile itaatkârlaştırılan ve direnci kırılan Cuma, bu andan itibaren kolonyal gücün kültürel değerleri ile de tanıştırılarak bu itaate devamlılık kazandırılacaktır. Merkez dediğimiz kültürel oluşum, “öteki” olarak algılanmaya başladığından dolayı, arzulanan olacaktır.

Robinson, gerçek Tanrı’yı ve Hz. İsa’yı tanıtmak için çok uğraştıktan sonra Cuma, Robinson’un tarif ettiği tanrının kendi tanrısından daha yüce olduğunu kabul eder. Bu noktadan itibaren Cuma kendi kültürü ve uzakta olsalar da kendi insanları ile bağlarını koparır. O artık Robinson’un sadece sadık bir hizmetçisidir. Böylece süreç tamamlanır.

Adaya yenilmek üzere getirilen Cuma, Robinson için bir arkadaş olmanın ötesindedir. O, İngiliz emperyalizminin prototipi olarak tanımladığımız Robinson için bir denektir. Bu deneyin başarılı olmasının ön şartı ise Cuma’nın göstereceği sadakattir. Cuma bu sadakati gösterir. Önce Robinson’un hizmetçisi olur, sonra onun dini-kültürel donanımına maruz kalır. En sonunda da Robinson uğruna hayatını feda eder.

Mazharî


[1] Yazar ve kitap eleştirmeni.
[2] Yrd. Doç. Dr., Gaziantep Üniversitesi.

[3] Burjuva, sosyal statüsünü ve gücünü eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan şehirli kişidir. Kapitalizmde proleterya ve burjuvazi olmak üzere iki sınıf vardır. Burjuva, önceleri şehirde yaşayan kimseler olarak tanımlanırken Marks’ın Komünist Manifesto’su ile birlikte kapitalist orta sınıf olarak tanımlanmıştır. Burjuva sınıfı, günümüz üretim araçlarının yani fabrikaların sahibi kimselerdir. Proleterya ise, Marks’a göre zincirlerinden başka hiçbir şeyleri olmayan ve devrimin öznesi olabilecek yegâne toplumsal sınıftır. Komünizme göre feodal yapı yıkıldıktan sonra güçleri elinde toplayan burjuvazi ve onun düzeni olan kapitalizm, günü geldiğinde proleterya tarafından mağlup edilip yıkılacaktır. Yerine ise sosyalist bir devlet kurulacaktır. Bu sosyalist devrim sonrasında burjuvanın tüm mallarına el konulacak ve bu mallar emekçi halkın ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmak üzere kamulaştırılacaktır. Komünizm aşamasına ulaşıldığında sınıflar tamamıyla ortadan kalkmış olacaktır.

[4] Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü.
[5] Post-kolonyal ve kolonyal tartışmalarda koloni kavramı çok önemli bir yer tutmaktadır. Avrupalı kolonyal güçlerin uyguladıkları metotlar sonucu oluşan iki tür koloniden bahsedebiliriz. Birincisi, işgal kolonileridir. Bir coğrafyanın işgalinden sonra oranın yerli nüfusundan oluşturulur. Bu koloniyi oluşturanlar çoğunlukta olmalarına rağmen, yabancı bir gücün egemenliği altındadırlar. Hindistan buna çok iyi bir örnektir. İkincisi iskân kolonileridir. Arjantin, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri bu tip koloni şekline örnektirler. Avrupalı işgalci güçler, işgal ettikleri yerlerdeki yerlileri zaman içinde yok ederek çoğunluğu azaltırlar. Bu tür kolonilerin mensupları kendilerini kolonileştiren gücün birer temsilcisi gibi hareket ederler ve varlıkları, bir zamanlar içlerinde bulundukları yerli insanlar ile aralarında bir farklılık olduğu duygusunu devam ettirmelerine bağlıdır.

Yorumlar