İnsan,
var olduğu günden bugüne etrafında olan her şeyi anlamlandırma çabası
içerisinde olmuştur. Bu anlamlandırma çabasının her bir evresi, hayata bakışa
ve hayatın gidişatına ciddi derecede etki etmiştir.
Metafiziğin
bir parçası olan evren, her gün gökyüzüne bakan insanın anlamak için peşinden
koştuğu belki de en zor meselelerden biriydi. Güneş, yıldızlar, gezegenlerin
hareketleri ve gök olayları…
Başlangıçta,
meydana gelen her gök olayı din ve mitoloji ile anlamlandırılmaya çalışıldı.
Dünyanın şekli, bulunduğu konum ve üzerinde gerçekleşen her şey, din ve
mitolojiden pay aldı. Süreç içerisinde Antik Yunan düşünürleri göksel olguları
temellendirmek için farklı bir yol tercih ettiler ve bu tercih neticesinde
merkeze geometri alındı. Merkeze geometrinin alınmasıyla birlikte bir sistem
inşa edildi. Bu sisteme göre, gökyüzündeki cisimler küre şeklindeydi ve
hareketleri de daireseldi. Böylece birçok olgunun nedeni de anlaşılmış oldu.
Antik Yunan’ın büyük düşünürlerinden olan Aristo, kendisine kadar gelen birikimin üzerine felsefesini inşa ederek yepyeni bir alan açtı ve kendisinden sonra etkisi yüzyılları aşan bir kozmoloji ortaya koydu. Ona göre, geometrik şekiller içerisinde en mükemmel olanı küreydi. Dolayısıyla evrenin kendisi de bir küre şeklindeydi ve bir merkezi vardı. Bu evren, bir merkeze sahip oluşu sebebiyle de sonluydu.
Antik Yunan’ın büyük düşünürlerinden olan Aristo, kendisine kadar gelen birikimin üzerine felsefesini inşa ederek yepyeni bir alan açtı ve kendisinden sonra etkisi yüzyılları aşan bir kozmoloji ortaya koydu. Ona göre, geometrik şekiller içerisinde en mükemmel olanı küreydi. Dolayısıyla evrenin kendisi de bir küre şeklindeydi ve bir merkezi vardı. Bu evren, bir merkeze sahip oluşu sebebiyle de sonluydu.
Aristo’ya
göre, evrenin merkezinde dünya bulunmaktaydı. Dünya, küre şeklindeydi ve
hareketsizdi. Çünkü merkez etrafında dairesel bir hareketin oluşabilmesi için
merkezin hareket etmemesi gerekirdi. Bu durum, doğal olarak, tüm gök cisimlerinin
dairesel şekilde dünya etrafında hareket etme sebebinin zeminini
oluşturmaktaydı. Fakat süreç içerisinde yapılan gözlemler sonucunda bu modelin
birtakım olguları açıklamada yetersiz kaldığı görüldü. Örneğin bu dairesel
hareket sürecinde gezegenlerin uzaklıkları ve parlaklıkları değişmekteydi.
Batlamyus, bu modele biraz ilavelerde bulunarak bu problemleri
gidermenin yolunu aradı. Onun yaptığı ilavelere göre gezegenler, çemberler
çizerek dünya etrafında dönmekteydi. Fakat bu model de zaman içerisinde bazı
şeyleri açıklamada yetersiz kaldı.
Kopernik’e göre
Batlamyus’un ortaya koyduğu bu model, her ne kadar bazı şeyleri kısmen çözmeye
yaramışsa da kendi içerisinde ciddi derecede hatalar içermekteydi ve aslında
birçok soruya cevap verememekteydi. Farklı bir modelin ortaya konması
gerekiyordu. Kopernik de o âna kadar gelen Aristocu geleneği baştan aşağı yıkan
bir model ortaya koydu. Bu model, dünya merkezli anlayış yerine güneş merkezli
anlayışı içeriyordu. Bu, bir paradigmanın değişimiydi. Bu, âdeta bir devrimdi…
Orta
Çağ Hristiyan düşüncesi Aristo’nun ortaya koymuş olduğu felsefe anlayışıyla
âdeta bütünleşmişti. Dolayısıyla bir kutsallığı vardı ve kutsallar
dokunulmazdı. Özellikle Tanrı tarafından insana verildiği bildirilen mükemmel
mekân olan dünyanın merkezden alınarak sıradan bir gezegen halini alması, kilisenin
öğretilerine tersti ve kilise tarafından hiç de hoş karşılanamazdı. Bundan dolayı
da Kopernik, çalışmalarını anonim olarak yayınlamak zorundaydı.
Kepler, Kopernik’in savunduğu bu modelden yanaydı. Onun bu
modelini alıp daha da geliştirmek istedi ve üzerinde uzun süre çalıştı. Ona
göre de dünya ve gezegenler güneş etrafında dönmekteydi. Fakat bu dönüşü
yaparken takip ettikleri sabit bir yörünge yoktu. Dönüş yapan her gezegenin
kendine has eliptik bir yörüngesi vardı.
Galileo da Kopernik’in fikrini savunuyordu. Onun düşüncesinin
doğruluğunu ispat etmek için teleskobu aracılığıyla gözlemler yaptı. Önce Ay’ı
inceledi. Elde ettiği veriler, ona dünyayla Ay’ın aynı maddeden oluştuğunu
söylüyordu. Ardından güneş üzerinde incelemeler yaptı ve güneş üzerinde lekeler
fark etti. Bu lekeler, güneşin değişen maddelerden meydana geldiğinin
göstergesiydi. Oysa Aristo kozmolojisine göre ay üstü evren oluşa tabi değildi
ve ay altı evrenle bir olması olanaksızdı. Söz konusu gözlemler, Aristo
kozmolojisinin bir kez daha yıpranmasına ve Kopernik modelinin daha da
güçlenmesine neden olmaktaydı. Söz konusu gelişmeler, kilisenin bilimle uğraşan
insanlara olan öfkesini gittikçe arttırmıştı. Oysa Galileo, koyu bir Katolik
olmasına rağmen kilise ve bilimin birbirine düşman olmadığını, onların sadece
aynı hikâyeyi farklı dillerden anlattıklarını düşünmekteydi.
Galileo,
Kopernik’in haklı olduğunu açıkça dile getirmeye başladığı zaman, engizisyon
mahkemesi tarafından ölümle yargılandı. Aynı şekilde Kopernik’in görüşünü
paylaşan İtalyan filozof Giordano
Bruno da kilisenin gazabına uğrayarak diri diri yakılarak
öldürülmüştü.
Galileo,
ilerleyen zamanlarda yaptığı gözlemler sonucu Jüpiter’in etrafında dönen
birtakım cisimler görmüştü. Bu, mevcut modelin cevap vermesi gereken bir soruydu.
Madem her şey güneşin etrafında dönüyor, o hâlde Jüpiter’in etrafında dönenler
de neyin nesiydi? İşte tam bu noktada 18. Yüzyılın en önemli isimlerinden biri
olan Newton ve onun kütle çekim yasası devreye girmekteydi.
Newton, doğada var olan aktif bir gücün varlığından
bahsetmekteydi. Ona göre, elmanın yere düşmesine neden olan güçle gezegenlerin
eliptik hareketlerine neden olan güç aynıydı. Dolayısıyla evrende var olan
cisimlerin hareketleri bu ilke yoluyla açıklanabilirdi. Bu ilke, kütle çekim yasasından başka bir şey değildi…
Bu
ilkeye göre her cismin belli bir kütlesi vardı ve kütle bir çekim gücü
oluşturmaktaydı. Çekim gücü de kütle ile doğru orantılıydı. Yani bir cismin
kütlesi ne kadar büyükse çekim gücü de o kadar güçlü olacaktı. Bu durum,
evrenin işleyiş disiplini açısından çok büyük bir keşifti. Zira gezegen ve
yıldızların hareketlerine dair birçok sorunun cevabı bulunmuştu. Mesela, güneş
büyük bir kütleye sahip olduğu için kendisinden daha az kütleye sahip olan
gezegenleri etrafında çevirmekteydi. Jüpiter’in etrafında dönen cisimlerin
hareketleri de daha az kütleye sahip olmalarıyla açıklanmıştı. Fakat kütle
çekim yasası, her ne kadar uzun süre bilim dünyasının vazgeçilmez yasası olsa
da Merkür gezegeninin sürekli olarak değişen yörüngesine cevap verememesi
açısından kendi içerisinde bazı aksaklıklar yaşamaktaydı.
Newton’un
bu yasasının açığını Einstein’ın izafiyet teorisi kapattı ve kütle çekim kanununa
göre daha iyi cevaplar verdi. Peki neydi bu izafiyet teorisi?
İzafiyet teorisi, zamanının göreceli olduğunu anlatır. Bu kurama göre
zaman sabit değildir. Dolayısıyla zaman, her yerde aynı değildir ve aynı
şekilde işlememektedir. Aristo’dan Newton’a kadar zamanın sabit olduğu düşüncesi
vardı. Fakat Einstein, kütle çekim kanununun zamana etki edeceğini düşünmekteydi.
Ona göre, kütle çekimi ne kadar güçlüyse zaman da o kadar yavaşlamaktaydı.
Bunun en büyük örneklerinden birisi de kara deliklerdi. Bir kara delik, sahip
olduğu devasa kütle sebebiyle etrafındaki uzay-zamanı bükebiliyordu. Dolayısıyla
kara deliğin olay ufkuna yaklaşan her bir cisim için zaman gittikçe
yavaşlayacaktı. Zamanın yavaşlaması sadece kara deliklerin etkisiyle olan bir
şey de değildi. Bu durum, aynı zamanda hızın etkisiyle de olmaktaydı. Yani bir
cisim, hızını ne kadar arttırırsa zaman da onun için o ölçüde yavaşlamaktaydı. Buraya
kadar her şey normaldi. Fakat asıl soru şuydu: Devasa bir kütle çekim gücüne
sahip olup ışığı dahi içine çeken ve çevresindeki uzay-zamanı bükebilen bu kara
delikler neydi?
Kara
delikler, bir yıldızın ölümünün ardından süpernova denilen patlamanın gerçekleşmesiyle
oluşmaktaydı. Bu patlama sonucu oluşan delikler, sahip oldukları güçle her şeyi
içlerine mi çekmekteydiler? Bu noktada Einstein’ın genel görelilik kuramı bu
soruyu cevapsız bırakmaktaydı.
21.
Yüzyılın en önemli fizikçilerinden biri olan Stephan Hawking’e göre kara delik, çevresindeki her şeyi içine çeken bir
anafor değildi. Sahip olduğu devasa güce rağmen dışarıya bir şeyler
çıkarmaktaydı. Bu da onun kütle kaybetmesi demekti. Ona göre, eğer Einstein’ın kuramını
burada kabul edersek, kara deliğin hiçbir şekilde kütle kaybetmemesi gerekir ve
etrafındaki her şeyi içine çekmek suretiyle yok ederdi.
Tüm bunlardan
sonra insanın aklına şöyle bir soru geliyor: Evren nereye gidiyor?
Mükemmelliğe
mi?
Bozulmaya
mı?
Mazharî
Yorumlar
Yorum Gönder